4 Şubat 2013 Pazartesi

EDİTÖR'S


İnsan hayatı boyunca birbirinden farklı olumlu-olumsuz bir çok şey yaşamaktadır. Kendimizi bazen yerde bazen gökte bazen de hayatın tam ortasında hissederiz. Hayatımıza eşlik edenler mi dersiniz? Müdahale edenler mi dersiniz? Neler neler. Her şey çok kolay yada çok zor değildir fakat yürüdüğümüz yolda geldiğimiz yere kadar yaşadıklarımıza bakarsanız aslında hiç bir şey öylesine de değildir. Hepsinin kendine göre bir anlamı, kendine göre bir değeri vardır. Mutluluk, mutsuzluk, umut, umutsuzluk, heyecan, durgunluk, sıradanlık, olağanüstülük, beklenti derken her şey ama her şey o geldiğimiz yolda ve gideceğimiz yolda saklıdır. Bu yolu giderken bize eşlik edenler vardır; bazen bu kişilerin kimler olduğuna biz karar veririz bazen ise seçilmiş olarak hayatımızda yer alanlar vardır. Ben şuana kadar geldiğim bu yolda bir çok şey öğrendim ama öğrendiklerimden en önemli olanlardan bir tanesi -> Hayallerinizi gerçekleştiren insanlara hayatınız boyunca sahip çıkın. Üstelik onlar bir tane değiller, birden fazladırlar; şöyle düşünün elinizi bir masanın üzerine koyuyorsunuz ve zamanla elinizin üzerine bir çok el ekleniyor. Hepsi birer siz ama hiç biri size benzemiyor ve her zaman birliktesiniz. İşte onlar hem özel, hem seçtiğimiz, hem seçilmiş, hem değerli hem de nadir insanlardan biridirler. . Bir başka önemli şey ise bu insanlar hayatınızda ise çok şanslısınız demektir ve şansınızın tadını çıkarın; eğer yok iseler onları bulmak için bu maceraya hazır olun; emin olun bulduğunuzda yaşadığınız bu macerayla huzur bulacaksınız.

Hayallerinizi gerçekleştiren insanlarla karşılaşmanız dileğiyle. Keyifli Okumalar :)
                                                                                                                           Elif DURUK

ANNE BEN VEGAN OLDUM!



         
          Vejetaryenlik artik o kadar yaygın ki bean/veggie burgerlerden tutun peynirli lahmacuna kadar vejetaryenlere yönelik ürünleri hemen her menüde görmek mümkün. Vejetaryenliğin en yaygın turu lakto-ovo vejetaryenlik, yani et tüketmeyen fakat süt, süt ürünleri ve yumurta tüketen grup. Son dönemde yayılmaya başlayan veganlik ise vejetaryenliğin bir adim ötesine geçiyor ve bu hayvansal ürünleri de listeden çıkarıyor. Bir vegan, bean burgerin ekmeğinde kullanılan tereyağı ya da peynirli lahmacundaki peynir yüzünden bu yiyeceklerden de kaçınacaktır. Et yemeyi sevmediği için vejetaryen olanlar olsa da, veganların çoğu aslında süt, süt ürünleri ve yumurta tüketmekten hoşlanan kişiler. Vegan olmalarının sebebi ya bunun daha sağlıklı olduğuna inanmaları ya da hayvansal ürünlerin üretimi sırasında hayvanlara verilen zararı engellemek istemeleri. 

Vegan diyetinin sağlık üzerindeki etkisi diyetisyenler arasında hala tartışma konusu. Hayvansal gıdaları diyetten çıkararak zararlarından kaçınan kişiler ayni zamanda hayvansal gıdalarda bulunan birçok vitaminden de mahrum kalma riskini taşıyorlar. Bu konuda bilinçli davrananlar doğru beslenme ve besin takviyeleriyle bu riski aşabiliyorlar. Bu konuda veganları yönlendiren birçok kitap ve web sitesi mevcut. Besin açısından zengin ve lezzeti eksiksiz tariflerle dolu vegan yemek kitaplarına ise her gün bir yenisi ekleniyor. Dr. Mehmet Öz de herkese 28 gün boyunca vegan beslenmelerini tavsiye etmişti.


Vejetaryenlik gibi bu akımın da en temel amacı aslında hayvanlara zarar vermekten kaçınmak. Bir veganla ilk kez karşılaşanlar süt ve yumurta tüketmenin hayvanlara zarar verdiği konusuna oldukça şüpheci yaklaşıyorlar. Gerçekler ise hepimizi beslenme tarzımız hakkında düşünmeye itecek yönde. Örneğin, önceden horozlar et, tavuklar ise yumurta için kullanılırken, günümüzde yumurta veren tavuklar ve kesilecek tavuklar özelliklerine göre seçilerek ayrı nesiller halinde yetiştiriliyor. Yumurta vermesi için yetiştirilen tavuk neslinin erkekleri işe yaramadığı için beslenmeye değer görülmüyor ve amaçsızca öldürülüyor. İşte veganizm tam da bu çıkar düşüncesine karşı çıkıyor; hayvanların yaşamak için isimize yaramak zorunda olmadığını savunuyor. Süt üretimi de duyarlı hayvan severleri üzecek hikayelerle dolu. İnekler kesintisiz süt vermeleri için sürekli yapay yoldan dölleniyorlar. Buzağılar doğar doğmaz annelerinden ayrılıp yapay gıdalarla beslenirken, ineklerin tüm sütü ticarete gidiyor. İneklerin sütü 5-6 yıl sonunda azaldığında ise kesime gönderiliyorlar. Oysa ineklerin ortalama yaşam süresi 20 yıl. Hayvanları öldürmeyi bırakın doğal hayatlarına çıkar için müdahale etmek dahi veganlara yanlış geliyor. Kimi veganlar beslenmenin de ötesine gecen aktivist bir tavır tutunuyor ve en basta giyim sektöründe deri ve kürk kullanımı olmak üzere her alanda hayvanlardan elde edilen ürünleri boykot ediyor.

Vegan yiyecekler yurt dışında menülerde yer edindi bile.  Yaygın tüketilen vegan yiyeceklerin en ilginç örneklerinden biri de vegan pizza. Hamuru tamamen bitkisel yağ ile ve yumurta kullanılmadan hazırlanan pizzanın üstünde ise peynir bulunmuyor. Veganizm bazı kesimler tarafından aşırı bir tepki olarak değerlendirilse de herkesi beslenme ve hayvan hakları hakkında düşünmeye sevk ediyor. Hangi yolu izlersek izleyelim hem kendi sağlığımız hem de hayvanlara karşı sorumluluklarımız için daha bilinçli beslenmeye özen göstermeli ve yanlış uygulamalara tepki göstermeliyiz diye düşünüyorum...


İrem'den sevgilerle...

DAMIEN RICE


Bazı sanatçılar, bazı şarkılar çok özeldir. Bazıları tek bir şarkıyla milyonlarca duyguya eşlik edebilirler. Ruha ve yaşama eşlik etmek bambaşka bir şeydir. Bence asıl başarı da tam bu noktada ortaya çıkıyor. Damien Rice bana göre bunu başarabilenlerden biri özellikle The Blower's Daughter şarkısıyla bunu kanıtlayanlardan olduğunu düşünüyorum.. Ünlü müzisyen hakkında size biraz bilgi verdikten sonra şarkısıyla sizi baş başa bırakacağım. Yüksek ses ile ve sonuna kadar dinlemeniz önemle tavsiye edilir. 

Damien Rice İrlandalı ve 1973 doğumlu bir şarkıcıdır. Müzik kariyerine 90larda rock muzik grubu Juniper ile başlamıştır. Grupla iki albüm çıkardıktan sonra ayrılmış ve solo kariyerine başlamıştır. Gitar, çello, viyolin, piyano ve davul çalan şarkıcının iki kayıt albümü ve singleları mevcuttur. Dinlenmesi gereken şarkılarından olan Cheers Darlin' de insanlar tarafından tavsiye edilmektedir
En çok bilinen şarkısı, aynı zamanda Closer filminin de müziği olan The Blower's Daughter'dır. Şarkıda üflemeli çalgılar hocasının kızına olan aşkını anlatmaktadır. 



                                                                                                          Elif DURUK'tan sevgilerle..

ŞİZOFRENİ BÖLÜM IV

Şizofreni ile zekâ düzeyi arasında ilişki var mıdır?
Bu soru özellikle Akıl Oyunları filminden sonra daha sık sorulmakta. Aslında şizofreni farklı zeka düzeyine sahip bireylerde görülebilir. Ancak daha yüksek zihinsel kapasite gösteren bir işte çalışan bireylerde hastalığın oluşturduğu gerileme daha belirgin olmaktadır. Hastalığın zeki insanlarda görüldüğüne ilişkin kanının bundan kaynaklandığı düşünülmektedir. Öte yandan hastalık zihinsen yetenekleri gerilettiğinden hastalık öncesine göre çoğu bireyin zekâ katsayısında (IQ) düşme olmaktadır.
Şizofreni hastaları tembel midir?
Hastalık nedeniyle okulu, işi bırakmak veya tıraş olmak, yatak toplamak, markete gitmek gibi günlük işleri yapmamak şizofreni hastalarının sıklıkla karşılaştıkları durumlardandır. Aileler bunu tembellik olarak yorumlarlar. Oysaki hastalık öncesinde kişi başarılı ve düzenli bir hayata sahip olabilir. Hastalıkla birlikte gelen bu gibi “üşengeçlikler” negatif yan etkilerdendir. Ailelerin daha duyarlı olmalarında fayda vardır. Bize basit gelen işler şizofreni hastaları için oldukça zor olabilir.
Şizofreni hastası başkalarına zarar verir mi?
Aslında şizofreni hastalarının zararı kendilerinedir. Günümüzde şiddet giderek salgın bir hastalık gibi yayılıyor. Çevremizde “sağlıklı-normal” diye kabul edilen birisinin karısına, meslektaşına hatta hiç tanımadığı birisine şiddet uyguladığını duymayalım. Buna karşın şizofreni hastalarının “saldırgan” olduğuna ilişkin yüzyıllardır süregelen yaygın bir inanış var. Hastalık nedeniyle çevrede olup bitenleri yanlış yorumlayan hasta uygun davranışı seçmekte zorlanabilir. Bu sebepten hastaların konuşmaları, davranışları başkalarına garip gelebilir. Ancak çevreye zarar verme durumu ilacını düzenli almayan, alkol-madde kullananlar için söz konusudur. Saldırgan davranışlar gerçekleşirse, sıklıkla yakın aile bireyleriyle sınırlıdır. Şizofreni hastaları arasında tekrarlanan suç işleme durumu toplum ortalamasının altındadır. Öte yandan şizofreni hastaları yaygın biçimde çevrenin fiziksel ve duygusal saldırılarına maruz kalmaktadır. Hastaların saldırgan olduğuna ilişkin önyargıyı ortadan kaldırmak için en etkili yol; bu kişilerin düzenli tedaviye devam etmelerinin sağlanması ve alkol-madde kullanımının önlenmesidir.
Şizofreninin tanısında kullanılan film, test vb. tanı yöntemleri var mıdır?
Şizofreni alanında kullanılan laboratuar yöntemleri hızla gelişmekle beraber bunlardan hiçbiri hastalığın kesin tanısının konmasında bize yardımcı değil. Günümüzde kişinin genetik özellikleri saptanarak hasta olanlarla olmayanlar arasındaki farklar saptanabiliyor. BT, MR gibi beyin görüntüleme yöntemleri, beyin elektrosu (EEG) şizofreni hastalarının beyinlerinde sağlıklı kişilere göre bazı farklılıklar olduğunu gösteriyor. Ancak bu yöntemler daha çok ayırıcı tanıda yararlı olmakta. Bununla beraber laboratuar yöntemlerindeki gelişmelerin hastalığın oluşma nedenleri, tedaviye yanıtın ölçülmesi gibi konularda bize çok yararlı olacağı kesindir.


Şizofreni tanısı nasıl konur?

Tanı koymak için sadece hastanın yakın dönemindeki durumunu değerlendirmek yeterli olmaz. Pek çok psikiyatrik bozukluğun belirtileri birbiriyle örtüştüğünden tanı koymakta aceleci olmak hatalı sonuca yol açar. Tanı, psikiyatristin başında olduğu bir ekibin, muayene, aile görüşmesi, psikolojik test sonuçları, diğer laboratuar incelemelerinin sonuçlarını değerlendirmesiyle konur. Konan tanının geçerliliğini test etmek için hastanın birkaç ay izlenmesi uygundur.

Erken tanı şizofreninin gidişini etkiler mi?
Aslında pek çok hastalık erken tanı ve tedaviyle daha olumlu gidiş gösterir. Aynı şey şizofreni için de geçerlidir. Hastalığın ilk belirtilerinin ortaya çıkmasından hekime başvurulmasına kadar geçen süre uzadıkça hastalığın daha yavaş işlediği ve alevlenmelerin daha sık tekrarlandığı bilinmektedir.

Anne babanın hatalı tutumu şizofreniye neden olur mu?
Aileler çoğu zaman yakınlarının hastalığının nedenine ilişkin düşünürken kendilerini de suçlar. Çocuklukta yaşadıklarımız kişilik özelliklerimizin oluşmasında rol oynamakla beraber, bu yaşantılar tek başına şizofreniye yol açmaz. Öte yandan şizofreni başladıktan sonra ailenin hastaya karşı tutumu, hastalığın nasıl seyredeceği konusunda belirleyici olmaktadır. Hasta bireye aşırı eleştirel ya da aşırı koruyucu kollayıcı davranan ailelerde hastalık daha sık alevlenmekte, daha çok hastaneye yatış gerekmektedir. Hastaya çocuk ya da hasta muamelesi yapmamak, onu yönetmeye kalkmamak önemlidir.
Çocukluk döneminde şiddete ve cinsel istismara maruz kalmak ileride şizofreniye yol açar mı?
Araştırmalar şizofreni hastaları arasında çocukluğunda ciddi ya da uzun süreli şiddete, cinsel tramvaya, hatta duygusal ihmale uğramış olanların toplum ortalamasından daha sık görüldüğünü gösteriyor. Ancak bu tür olumsuz yaşantıların şizofreni gelişmesi için diğer risk etkenlerinin de bulunduğu kişilerde hastalığın ortaya çıkmasına yol açtığı ya da kolaylaştırdığı söylenebilir.
Psk.Feza OKTAY

Kaynak: JANSSEN-CILAG a division of johnson & johnson

B KAN GRUBU


Faydalı olan yiyecekler (Aynı zamanda en emniyetli ilaçlar): Koyun, kuzu, keçi, hindi, tavşan ve yabani et, alabalık, sardalye, kırmızı levrek, mezgit, morina, havyar, bey balığı, taze yumurta,Yoğurt, doğal süt, beyaz peynir, kaşar peyniri, mozarella, koyun ve keçi sütü ve peyniri, Zeytinyağı, ceviz

  • İnci fasulye, yulaf ve çeşitleri, pirinç ve çeşitleri, doğal buğday ve çeşitleri, horozibiği, yulaf ve ürünleri
  • Patlıcan, kereviz, kırmızı pancar, havuç, her çeşit lahana, karnıbahar, patates, her türlü biber, pul biber, karahindiba, maydanoz
  • Erik, karpuz, muz, üzüm, incir, vişne, kiraz, frenküzümü
  • Körri, reyhan (fesleğen), yeşil çay.
Zararlı olan yiyecekler:
  • Deniz hayvanları (kabuklu ve kabuksuz), tavuk ve kaz eti,
  • Dondurma, sakız
  • Her türlü mercimek, nohut, rafine olmuş sıvı yağlar (zeytin ve keten yağı hariç)
  • Kavrulmuş ve bekletilmiş kuru yemiş, yer fıstığı, susam ve ürünleri, mısır ve ürünleri, çavdar ve ürünleri, karabuğday ve ürünleri
  • Enginar, piyasadaki yeşil ve siyah zeytinler, domates salçası
  • Aloe vera, Hindistan cevizi,
  • Karabiber, beyaz biber, tarçın,
  • Jelâtin, glikoz, früktoz, mısır şurubu ve nişastası, tatlandırıcı, bayat yiyecekler, hazır yiyecek ve içecekler, mide ve bağırsaklarda gaz oluşturan her yiyecek.
Yenebilenler:
  • Her et (tavuk ve kaz hariç), tereyağı, ara sıra kaymak
  • Barbunya, beyaz fasulye, yeşil fasulye, mantar, kabak
  • Kestane, badem, keten tohumu, sinameki (yaprak olarak), kekik, kimyon, keçiboynuzu, nane, anason, çay, kahve, şeker,
  • ‘Zararlılar’a girmeyen her meyve ve sebze bal ve sirke
Tedavi
Sabah güneş doğmadan önce uykudan kalkın ve akşam güneşin batmasına 1–2 saat kala uykuya yatmayın! Bu saatlerde uyuyanların uyku, yorgunluk ve tembelliği çoğalır. Çünkü bu saatlerde vücut, sinir sisteminin dengeli olabilmesi için gerekli olan maddeyi üretiyor. Uykuda ise bu süreç yavaşlıyor. Bu durum psikolojik ve psişik rahatsızlıklara yol açıyor.
Şekeri azaltın, tatlandırıcı ve hazır içecek ve yiyecekleri hiç kullanmayın!. Buğday (tip 405–550, durra buğdayı), çavdar ve mısırdan uzak durun! Onlar sizi hafıza kaybına, konsantrasyon bozukluğuna ve şeker hastalığına sürükler,
Süt ürünlerini balık ve et ile; fasulyeyi yoğurt ile yemeyin. Karışık et (salam, sucuk, sosis gibi) yemeyin. Hazım bozulmasına, zehirli kalıntıların oluşmasına, cilt hastalıklarına ve sara krizlerine malzeme vermeye ve karaciğer hastalıklarının başlamasına yol açar!
Hemen hemen tüm "doğal" denilen vitaminler genetik mısır ve genetiği değiştirilmiş diğer ürünlerden elde edilir. Dikkatli olun!                                                  

                     
                                                                                           ..Kevser APARI..

SİNETERAPİ

Bu ay Sineterapi sayfamızda bir çok kişinin izlediği bir filmi ele almak istedik. Konu olarak bir çok insanın hayatında yer alan bir içerikle karşı karşıyayız. Hayatımızda kimi zaman tek düze, kimi zaman bizi heyecanlandıran kimi zaman da bizi şaşırtan olaylara bir de bu film üzerinden değerlendirerek bakalım dedik. Gerek konusuyla gerek kadrosuyla olsun başarılı filmlerden bir tanesi olduğunu düşünüyoruz.İzlerken kişiye güç kattığını düşündüğümüz bu filmi izlemeyen herkese tavsiye eder; film hakkında kısa bir bilgi vererek, sizi fragmanıyla baş başa bırakıyoruz.

FIGHT CLUB(DÖVÜŞ KULÜBÜ):
!999 yapımı ABD filmi olan Dövüş Kulübü’nün yönetmenliğini David Fincher üstlenmiştir. Chuck Palahniuk tarafından yazılmış olan aynı isimli roman üzerinden çekilmiş kült filmlerdendir. Başrollerde Brad Pitt(Tyler Durden), Edward Norton(The Narrator-Anlatıcı), Helena Bonham Carter(Marla Singer) rol almaktadır. Oregon Üniversitesi'nde yüksek lisansını yapan Chuck Palahniuk'un uzak olmayan bir gelecekte geçen ve kafası karışık genç bir erkeği konu alan romanından yola çıkılarak çekilen Fight Club'da filmi anlatan, ünlü bir otomobil firmasında iyi bir işe sahiptir. Tek düze yaşamı kronik uykusuzluk sorunuyla çekilmez bir hale gelmiştir. Ailesi ve yakın bir arkadaşı olmayan Anlatıcı doktorunun tavsiyesi üzerine kanserli hastaların terapi grubuna katılır. Bu toplantılar esnasında Marla ile tanışır; o da genç adam gibi hasta olmadığı halde grubun toplantılarına katılmaktadır. Anlatıcı'nın ve Marla'nın çabaları, tüketici kültürünün anlamsızlığına karşı bir duruştur adeta, kariyer sahibi ama yalnız insanların bir tepkisi. Anlatıcı'nın jenerasyonu ölü bir jenerasyondur. Bir yolculuk sonrası evinin yanmış olduğunu gördüğünde arayabileceği tek kişinin yolculuk sırasında tanıştığı sabun satıcısı Tyler olması da adeta bunun bir kanıtıdır. İçilen birkaç biranın ardından park yerinde Tyler, kahramanımızı kendine vurması için kışkırtacaktır. Aralarında başlayan bu kavga Anlatıcı'nın hayatını değiştirecektir.
Fragman: 





Psk. Elif DURUK & Psk. Feza OKTAY

KÜÇÜK ŞEYLER

''Mutsuz olmayı, şuna buna söylenmeyi, karamsarlığı öylesine derinden öğrenmişiz ki, “Bu ülkede yaşanmaz” ve nihayet “Batsın bu dünya” demeye hakkımız olduğunu düşünüyoruz sonuçta. Ve daha da kötüsü, iyimser birini gördüklerinde canları sıkılıyor kötümserlerin, adeta “Şuna bir şey söyleyeyim de keyfi kaçsın” diyorlar içlerinden. Yıllardır seminerlerimde iyimser olmanın öneminden söz ettiğimde en az bir kişi çıkıp “Hoca iyi de o zaman bu polyannacılık olmaz mı?” der. Bu karamsarlığa prim veren bakış tarzı beni üzüyor. Şimdi söz konusu cümleye tekrar bakalım:

“İyimserlik, küçük şeylerden mutlu olmak polyannacılık sayılmaz mı?”

Bu görüşte, sanırım iki hata var. Birincisi “iyimserlik eşittir polyannacılık” iddiasıdır ki bu doğru değildir. İkincisi böyle söylendiğinde polyannacılığın kötü bir şey olduğu varsayılmaktadır. Polyannacılığın kötü olduğunu kim söyledi?

Polyannacılık, kayba uğradığımızda, elimizde kalanları fark etme ve sevinme becerisidir. Polyannacılık bir psikolojik savunma mekanızmasıdır, aşırı olmadan yerinde kullanıldığı sürece, kişiyi kaygıdan, sıkıntıdan korur, kişinin yarına kalma ihtimalini arttırır. Polyannacılık, kendini avutmak değil, bardağın dolu yanını fark etmektir.''  demiş Üstün DÖKMEN.

Çokta güzel yanaşmış iyimserliğe bir çoğu seminerine severek gittiğim,dinlerken hiç sıkılmadığım sayın DÖKMEN,anladığım kadarıyla daha yıllarcada gençlerin zihninde anlamlı  kısa hikayeleriyle yer tutucak!
Küçük Şeyler de onunla tanışmanız için en güzel adım..   
                                                                             
                                                                         Keyifli okumalar..

                                                                                               ..Kevser APARI..  

SOHBETE DOYUM OLMAZ

Saygı duyduğum insanların başında yer alan Mutlu Hoca'm, alçak gönüllülükle sorduğum sorulara cevap verdi. Bir çok başarılı işe imza atan Mutlu hoca (ben kendisine bu şekilde hitap ediyorum.) kendisini anlatmaktan hoşlanmadığını dile getirerek bu görevi bana bıraktı. Perihan Mutlu HACIOSMAN kimdir? diyerek ropörtajıma geçiyorum. İyi okumalar dilerim.

Psk.Feza OKTAY

Perihan Mutlu HACIOSMAN
23.09.1961 İstanbul doğumlu olan Uzm. Klnk. Psk. P.Mutlu HACIOSMAN üniversite eğitimini İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Psikoloji Bölümü’nde ( 1980-1984) yılları arasında bitirmiş.
Yüksek lisansını da İstanbul Üniversitesi Adli Tıp Enstitüsü Sosyal Bilimler Anabilim Dalı (1991-1993) tarihleri arasında tamamlamıştır.
 Tez konusu: “Simülasyon (Temaruz) yapan suçlularda kişilik profilinin araştırılması” Tez Danışmanı Prof. Dr. Ertaç İlkay
Son derece başarılı bir iş profili olan Uzm. Klnk. Psk. P. Mutlu HACIOSMAN ’nın tecrübeleriyse şöyle;
       I.            1985-2003 Cerrahpaşa Tıp Fakültesi Psikiyatri Anabilim Dalı, Psikoloji Laboratuarı, Erkek servisi, Adli Psikiyatri Bilim Dalı (1994-1997)
    II.            1998-2000 İstanbul Üniversitesi Cerrahpaşa Tıp Fakültesi Akciğer ve Göğüs Hastalıkları Anabilim Dalı Sigara Bıraktırma Polikliniği kuruculuk ve işlevsellik kazandırma görevi.
 III.            1998-2001 Yeditepe Üniversitesi Diş Hekimliği Fakültesi 1. Sınıf “Davranış Bilimlerine Giriş” dersleri
 IV.            2003-2005 Cerrahpaşa Tıp Fakültesi Üroloji Anabilim Dalı, Cinsel Fonksiyon Bozuklukları Polikliniği kurma ve aktif olarak çalışma görevi.
    V.            Psikoloji öğrencilerine ve Psikoloji mezunlarına Psikolojik Testler ve Psikoterapi yöntemleri ile ilgili eğitimler vermek ( 1997- …)
Görev aldığı çalışmalardan bahsetmek gerekirse;
·         Organik Olmayan Baş Ağrısı Vakalarının Çok Yönlü Bir Psikiyatrik Değerlendirilmesi. Dr.M.Kerem Doksat, Psk.Betül Yeler, Psk.Mutlu Hacıosman.Yeni Symposium Dergisi Temmuz 1993, yıl 30, sayı 3 ayrıca III.Uluslararası Ağrı Kongresi’nde tebliğ edilmiştir (3-5 Ekim 1991, İstanbul)
·         Ankilozan Spondilit ve Diabetes Mellitus teşhisi almış hastalarda SCL-90 yardımıyla ruhsal belirti tarama sonuçları. Dr.H.Cemal Kocabaşoğlu, Dr.Neşe Kocabaşoğlu, Dr.Dilşad Sindel, Psk.Mutlu Hacıosman,Dr.Ender Karaca, Dr.Göksel Somay. Symposium dergisi, Temmuz-Ekim yıl 1993, sayı 31, sayfa 3-4
·         The Relationship Between Diabetics’ Metabolic Control Levels and Psychiatric Symptomatology.A.Songar, N.Kocabaşoğlu, İ.Balcıoğlu, E.Karaca, C.Kocabaşoğlu, M.Hacıosman, G.Somay. İntegrative Psychiatry An İnternational Journal for the Synthesis of Medicine and Psychiatry. Volume 9, Number 1, 1993.
·         Premenstruel gerilim sendromunda prolaktin, depresyon anksiyete. Uzm.Dr.Neşe Kocabaşoğlu, Psk.Mutlu Hacıosman, Dr. Feray Karaali, Uzm.Dr.H.Cemal Kocabaşoğlu.
·         Birinci Uluslararsı Adolesan Çağı Kadın Sorunları ve Yeni Yaklaşımlar Kongresi, 25-29 Ekim 1992,  Antalya, Türkiye.
·         Mental Etkinlik Ve Hipoglisemi. Uzm. Dr.Neşe Kocabaşoğlu, Doç.Dr. İbrahim Balcıoğlu, Uzm. Psk. Mutlu Hacıosman. Yeni Symposium Dergisi, 1994.

*Neden İçGözlem? ve Psikolojik Testler Derneğini kurmanızdaki amaç.
M.H. Önce içine bakıp içini gözleyeceksin, başkasını gözlemek kolay. Önemli olan tarafsız bir gözle kendinin kendi iç dünyanı gözlemleyebilmek.
Derneği kurma nedenimizde o yıl benden eğitim alan genç arkadaşların eğitimlerimizi daha ciddi bir çerçeveye oturtmak adına ortaya böyle bir fikir atmalarıyla başladı. Sonrasında da bir araya geldik ve derneğimizi kurduk.
*Psikolojiyi seçme nedeniniz?
M.H. Lise 2. sınıftaki psikoloji öğretmenimizin renkli ve keyifli anlatımı, hayatın içinden verdiği örnekler o güne kadar belki de adını dahi duymadığım bu mesleğe karşı bende yoğun bir sempati uyandırdı. İnsan olarak hocamızı da seviyor olmam, bu kararımı daha da pekiştirdi. O günden sonra da başka meslek düşünmedim. Üniversite sınavlarına üst üste 2 yıl girmem gerekti. Her ikisinde de ilk 4 tercihim psikoloji ve o zaman ki ismiyle pedagojiydi. 
*Günümüze kadar yazmış olduğunuz kitaplar arasında sizi en çok zorlayan kitap/kitaplar hangileri?
M.H. Kitap yazmak çok büyük bir laf. Ben kendimi hala daha kitap yazmış kabul etmiyorum. Onlar tercümeye ve derlemeye dayalı kaynak kitaplar. Benim gözümde belki de bilimsel yayınlar olmaları nedeniyle böyle de olması gerekiyor. Benim kitap yazmaktan anladığım; teorik birikimlerimin yanı sıra deneyimlerimi ve uygulamalarımı paylaştığım bir eser olabilir. Ancak o anlamda çok ağır ilerleyen masalların psikanalitik yorumları üzerine bir çalışmam var. Ancak dediğim gibi kitap yazmak son derece uzun soluklu zaman ve sabır isteyen bir uğraş. Son 1 yıldır aklımdaki en büyük proje Kum Oyunu Terapisiyle ilgili deneyimlerimi ve birikimlerimi aktaracağım kitabımı yazmaya başlamak. Ancak sadece yazı yazmak gibi bir lüksüm olmadığı için yaptığım onca şey arasına sıkıştırmaya çalıştığım bu projenin hayata geçmesi biraz daha zaman alacak gibi. Yazarlık ya da bir şeyler yazmak sanırım zenginlere göre bir hobi.
(Mütevazı bir tavır sergileyen Sayın Mutlu Hanım’ın derlediği ve yazdığı kitaplar ise şöyle;
Rorschach Testi Nedir, Ne Değildir. Ocak 2005 - Unutulmuş Evrensel Dili Anımsama Yolunda Semboller. Kasım 2006 - CAT ve L.Duss Psikanalitik Öyküler Testi. Tercüme ve Vaka Örnekleri  2.baskı 2008 - TAT (Tematik Algi Testi) Tercüme ve Vaka Örnekleri 2007 - Çocukta Oyunla Tanı ve Tedavi Geniş Kapsamlı Bir Çalışma 2007 - Evvel Zaman İçinde Masallar vardı. Mayıs 2008. - Evvel Zaman Testi. Mayıs 2008. - Wisc-R Rapor Örnekleri Kitabı 2011).

*Mesleki yaşantınız boyunca çalıştığınız vakalar nelerdi?
M.H. Ben mesleğe 1984 yılında Cerrahpaşa Tıp Fakültesi Psikiyatri Ana Bilim Dalı Polikliniğinde başladım. Belli bir çıraklık döneminden sonra polikliniğe başvuran ve psikiyatrlar tarafından muayenesi yapıldıktan sonra psikolojik testler uygulanması istenen kişilere çeşitli testler uygulayarak başladım. O zamanlar fakülte bünyesinde çocuk psikiyatrisi henüz kurulmadığından hem yetişkin hem de çocuk vakalarla çalışma fırsatım oldu. Ama ağırlık daha çok yetişkinlerdeydi. Yaptığımız testler ise; Rorschach, zeka testleri, Benton, Bender-Gestalt, WISC ( o zamanlar R’si yokmuş ve test İngilizce olarak yapılıyormuş).C.A.T. , Louisa Duss… gibi testler de uygulayarak daha çok işin mutfak kısmında çalışıyorduk. Yani teşhis konmasına yardım etmekteydik.1990’lı yıllarda Türkiye’de psikoterapilerin gündeme gelmesi ve popülarite kazanmasıyla beraber bende Emre KONUK’tan aldığım kısa süreli eğitimi sonrasında bana yönlendirilen vakalara psikoterapi yapmaya başlamış oldum.
*Yetişkin ve çocuklarda en sık görülen semptomlar nelerdir?
M.H. Yetişkinlerde en sık görülen sendrom çağımızın hastalığı olan depresyondur. Depresyonu; panik bozukluk ve OKB (Obsesif Kompulsif Bozukluk) izlemektedir. Bunlar eski adıyla nevrozlar grubuna dâhil olan hastalıklardır. Ayrıca şizofreni ve duygulanım bozukluğu dediğimiz psikotik rahatsızlıklar mevcuttur. Bu rahatsızlıkların tedavisi söz konusu değildir. Semptomları ilaç tedavisiyle kontrol altında tutmak mümkündür. Son hastalık grubu olan kişilik bozukluğu ise; 1980’li yılların başında popülarite kazanmış özelliklede Borderline, Narsistik ve Histerik Kişilik bozuklukları sık konulan tanılar arasında yerini almıştır. Kişilik bozukluklarıyla ilgili zaman zaman kafamıza takılan en belirgin soru; ‘Böyle birden mantar gibi yerden biten bu hastalıkların daha önce var olmadığını yoksa tanımlanamadığımıdır.’
Çocuklara geldiğimizde 1990’lı yıllardan itibaren çocuk psikiyatrisi büyük ilerleme kaydetmiş, daha önceleri literatüre geçmiş olan psikoz vakası çocukların yaşı 9 civarındayken bu yaş ortalaması4 yaşa kadar inmiştir. Ayrıca yine 1990’lı yıllarda DEHB (Dikkat Eksikliği ve Hiperaktivite Bozukluğu) en çok konulan tanılar arasında yer almıştır. Ve bu durum günümüzde de devam etmektedir. Ancak DEHB’nun bu kadar sık ve gelişigüzel konulan bir tanı haline gelmesi zaman zaman yanlış teşhis ve tedavilere de yol açmıştır. Özellikle de psikotik çocukların DEHB tanısını sonradan aldıkları fark edilmiştir. 2. sırayı ise; DEHB’nun bir uzantısı da diyebileceğimiz Öğrenme Güçlüğü tanısı izlemektedir. Bunlardan başka; karanlık korkusu, gece yalnız yatmaktan korkma, okul fobisi, sınav kaygısı… gibi anksiyete bozuklukları olarak değerlendirebileceğimiz vakaların dışında OKB’lara çocuklarda da sıklıkla rastlanmaktadır. Özelliklede ebeveynleri bu sendroma sahip olan çocuklar risk altında bulunmaktadırlar.     
*Son zamanlarda mesleki anlamda yaptığınız yenilikler var mı?
M.H. 2006 yılında yayımladığımız OYUN TERAPİSİ Çocuklarla Yapılan Çalışmaların Tanı ve Tedaviye Yönelik Kullanımı Üzerine Kapsamlı Bir Derleme Çalışması kitabıyla birlikte oyun terapisi eğitimlerine de başladık. Ancak o dönemde sağlığım uygun olmadığından eğitimleri ben veremiyordum. Daha sonra bir müddet eğitimlere ara verdik ve o dönemde Jung’un takipçileri tarafından geliştirilmiş Jungian Kum Oyunu Terapisi ilgimi çekti. Yaklaşık bir yıl internette bu yöntemle ilgili araştırma yaptım ve veri topladım, daha sonrasında da gerekli materyalleri düzenleyip vaka kabul etmeye başladım. Bu yöntemin bana göre en güzel yanlarından bir tanesi yaş sınırlamasının olmaması ve aile danışmanlığı terapisinde de çiftlere uygulanabilmesidir. Bu ekolde minimalize edilmiş oyuncaklar kullanılmakta ayrıca eğer çocuk isterse havuzdaki kum ıslatılarak çocuğun hayal gücünü devreye sokmasına ve yaratıcılığını kullanarak kumdan bir takım nesneler meydana getirmesine olanak tanımasıdır.
*Hasta yakını olarak aileler nasıl bir yol izlemeli?
M.H. Aileler çocukları için yardım almaya geldiklerinde kendilerini oldukça huzursuz hissediyorlar. En büyük endişeleri de bizim tarafımızdan eleştirilmek ve günah keçisi ilan edilmek oluyor. O nedenle bu süreçte asıl görev bize düşüyor. Erken yorum vermek ailenin terapiyi yarıda bırakarak çocuğu bir daha getirmemesine neden olabiliyor. Oyun terapisi seansları sırasında çocuktan anne-babayla ilgili pek çok ipucu elde ediyoruz. İşin en kötü tarafı bu bilgileri ebeveynlerle paylaşamıyoruz. Çünkü insanların benimsediği bir yaşam tarzı ve davranış kalıpları söz konusu, kolay kolay bunlardan vazgeçmek istemiyorlar. Mevcut koşullar sürerken onları buraya getiren sorunları ortadan kaldırmamızı bekliyorlar. O nedenle aile sistemine dokunmak zaman alıyor. Oyun aracılığıyla kendini ifade eden belli bir semptomatik gerileme gösteren çocuğun ardından aileyi ele almak ve onların semptomlarıyla ilgilenmek daha doğru oluyor.
*Türkiye standartlarında psikolog olmanın + / - ‘leri neler?
M.H. Şimdi psikolog kavramı her ne kadar henüz meslek olarak kabul edilmese de biz dışa açık yaşayan bir toplumuz. Diğer kültürlerden çok fazla etkilenmek gibi bir huyumuz var. O nedenle de seyrettiğimiz film ve dizilerin çoğunun ABD yapımı olduğunu düşünürsek o film ve dizilerde psikolog ve psikiyatrisi kavramının toplumda yerleşmiş bir figür olarak karşımıza çıkması bizim insanlarımızın da bu kavramla tanışmasına katkı sağlamıştır. Meslekte 28 yıl geçirmiş biri olarak bu süre içerisinde çok fazla ilerleme kaydettiğimizi söyleyebilirim. O zamanlar şimdiki gibi çok fazla iş olanağı ve alternatif yoktu. Şanslı olanlarımız hastanelerde iş bulurken, diğer meslektaşlarım lise öğretmenliği ya da anaokulu müdürlüğü yapmaktan başka seçenekleri söz konusu değildi. Mesleğin yeterince tanınmaması nedeniyle o zamanlar insanlar psikiyatri yerine dâhiliye ve nöroloji gibi bölümlere gitmeyi tercih ediyorlardı. Birisine psikiyatrist veya psikologa git demek adeta hakaret sayılıyordu. Ancak zamanla bu olumsuz ön yardılar yıkılmaya başladı. Ve insanlar artık birbirlerine psikolog / psikiyatrist tavsiye eder olgunluğa geldiler.
*Size bu mesleği iyi ki seçmişim dedirten nedir?
M.H. Mesleğimin öncelikle benim için duygusal anlamda doyuruculuğu hep çok fazla olmuştur. Çünkü öyle meslekler vardır ki sevilmeden asla yapılamaz. Bu meslekler de özellikle malzemesi insan olan mesleklerdir. İnsanları sevmeyenlerin ne doktor, ne öğretmen, ne de psikolog olmaması gerekir. Çünkü burada koşulsuz sevmeyi bilmek gerekir. Önyargısız olmak gerekir. Böyle biri değilseniz kendinize bunları kaldıracak bir meslek bulmanız gerekir. Bu meslekte ilk iki yılınızı alan bir duyarsızlaşma süreciniz vardır. Bu da sizin empatiyle / sempatiyi birbirinden ayırmanızı sağlar. Bunu yapamazsanız, hastaya yaklaşımınızda tarafsız olamaz. Hastayla beraber ağlanıp-vahlanırsınız ki bunun hiç kimseye faydası olmaz. İlk yıllarda servis psikologu olarak çalıştığım günlerde iş çıkışı kendimi son derece depresif ve ağlamaklı bulduğum günlerin sayısı hiç de az değildir. Çünkü yatan hastalarla, ayakta tedavi gören hastalara daha içli dışlı olursunuz. Bana iyi ki bu mesleği seçmişim dedirten bir yaşantı yok. Birincisi duygusal yanımın ağır basması ve bu mesleğin de benim bu yanıma hitap etmesi en önemli nedendir. İkincisi de başkalarına yardım ederken aslında kendinize de yardım ediyor olmanız. Gördüğünüz vakalarla birlikte büyüyüp olgunlaşmanız. Bu mesleğin bize kattıklarından bir tanesi ancak bu her psikoloji mezunu ya da her psikolog için geçerli sanılmasın. Çünkü pek çok meslektaşımız kendilerini mükemmel olduklarına inandırarak gelişme ve ilerlemek adına pek de çaba sarf etmezler. Bu mesleğin en tehlikeli yanı aynı tıp doktorlarında görüldüğü gibi ‘tanrı kopleksi’ne yakalanmaktır. Bazılarımızın doğuştan bilimin de kabul ettiği iyileştirici kişilik özelliğine sahip olduğu söylenebilir. Ama yine de bu kendimizi geliştirmememiz için bir mazeret değildir. Geri dönüp baktığımda daha çok iz bırakan hastaların uzun yıllar kliniğimize yatıp çıkmış olan kronik hastalar olduğunu görüyorum. Yaptıklarımla övünmeyi sevmediğimden olsa gerek başarıyla sonuçlanan vakaları çok da net hatırlamadığımı fark ediyorum. Çünkü biz nezle, grip, apandisit gibi bir kerelik ya da zaman zaman nüks eden ve bir hafta da geçen hastalıklarla çalışmıyoruz. Bizim hastalarımız ya bizimle ya da bizden sonra defalarca yardım almak durumundadır. Biz onlarla şimdi ve burdayı paylaşıyoruz. Sonra rolümüz bitince sahneden çekiliyoruz. Sık sık söylediğim mesleğime bağlı olarak tek bir şey var o da insana dair duyacağım hiçbir hikâyenin ya da olayın beni şaşırtamayacak olması. Belki de uzmanların negatif enerji dediği şey seanslarda dinlediğimiz öykülerin barındırdığı insanın insana yaptığı acımasızlık, kötülük ve çirkinliklerin bir toplamıdır.
*Günümüzde eğitimleri suiistimal eden meslektaşlarımız oldukça fazla. Siz bu konu hakkında ne düşünüyorsunuz?
M.H. Bu konuda benim ne düşündüğüm belki de en az önemli olan şey. Asıl önemli olan hala daha bu kavram karmaşasının alacakaranlık halinin devlet tarafından yasal düzenlemeye tabii tutulmamış olması. Günümüzde,  piyasada eğitim duyuruları dönen pek çok isim şahsen tanıdığım ve benden aldıkları 7-8 saatlik temel eğitim sonrasında kendi danışmanlık merkezlerini kurup kendilerini eğitimci ilan eden kişilerdir. Son dönemde bir araya gelen her 7 kişinin dernek kurmaya başlamasından, derneklerin güvenilirliğinin ve saygınlığının yavaş yavaş yitirildiği görülüyor. Bütün bunlara ilaveten son dönemde yeni bir sahtecilik olarak insanların sahip olmadıkları unvanları, sahipmiş gibi duyurular yapmalarıdır. Mesela; adli psikolog doktor olan bir psikologun kendini klinik psikolog doktor olarak tanıtıp kendisinin hiç yaşamadığı bir hayat hikâyesi yaratmasıdır. Bunun iki nedeni olabilir bu kişi ya akıl sağlığını kaybetmektedir. Ya da bilinçli bir biçimde sahtecilik yapmaktadır. Yine bir takım ticari kaygılarla eğitimlere almamaları gereken meslek gruplarını da kabul ettikleri görülmektedir. Bütün bunlarla ben savaşacak değilim. Burada asıl sorumluluk ve mücadele siz genç meslektaşlarıma düşüyor. Eğer siz özlük haklarınızı korumaz, sahip çıkmazsanız bunu bir başkasından beklemek işin kolayına kaçmaktan başka bir şey olmayacak ve belki de bundan 3-5 yıl sonra siz kendinizi alan dışı bırakılmış bir halde bulacaksınız. Uygar toplumlarda hiç kimse kendi evinin önünü bir başkası süpürsün diye beklemez. O yüzden o toplumlar ilerlemiştir. Bizde mehteran takımı gibi 1 ileri 2 geri gidip geliriz sürekli.
                                                                                                             Feza OKTAY

RENKLİ DÜNYALAR SANAT EVİ


Sanatın ruha nasıl iyi geldiğini, kişiye neler kattığından her zaman bahsetmişimdir. Eğer ki gerçek bir ilgi, alaka mevcutsa size geri dönüşümü tahmin edemeyeceğiniz kadar güçlü ve hızlı olur. Bir işi severek yapmak veya bir işle igilenerek, severek uğraşmak kişiye hayata extra bir can kattığına her zaman inanırım.

 Bir gün rastgele bir sokaktan geçerken vitrini sayesinde dikkatimi çeken bir sanat eviyle karşılaştım. RENKLİ  DÜNYALAR  SANAT EVİ. Küçük bir sanat evi hemde bir sokak arasında ve birbirinden farklı dükkanların arasında açılmış. Oysa ki bir çoğumuzun aklına sanat evi denidiğinde yada bu tarz yerler düşünüldüğünde ferah, manzaralı bir yer beklenir. Hemen içeri girdim; sahibiyle görüştüm, tanıştım. Gerçekten çok şeker bir bayan. İnsana ve eşyaya değer katacak bir çok etkinliğin varlığından bahsetti.Açıkçası o an daha iyi anladım ki gerçekten ilgilenmek, sevmek, istemek bu olsa gerek.

Sık sık sergi düzenleyen bu sanat evini sizlerle paylaşmakta fayda var diye düşündüm. Eğer siz de bu küçük dünyaya katılmak isterseniz; aşağıdaki bilgilerden ulaşabilirsiniz.

İletişim için :
Esin KÜÇÜKAZMAN
Tel No: 0533 578 0603 - 0212 506 38 53
Adresi: Cami Sok. 13/A Güngören - İstanbul

                                                                                     Keyifli Okumalar
                                                                                                                Elif Duruk


TABİATTAN GELEN MUCİZE


Unutmayın bunlar ufak bilgiler, sağlık sorunlarınız için mutlaka doktorunuza başvurunuz.



CİVANPERÇEMİ

Yaygın Adı: Civanperçemi, Akbaşlı, Barsamotu, Kandilçiçeği

Latince Adı: Achillea millefolium
Familyası: Asteraceae
Tanımı: Boyu bir metreye ulaşabilen, çok yıllık civanperçeminin çeşitli renkte küçük çiçekleri ve ince yaprakları vardır.
Yetiştiği Yer: Avrupa ve Asya’nın bazı kesimlerinde yetişen civanperçemi, günümüzde dünyanın tüm ılıman bölgelerinde yetişmektedir.
Kullanılan Bölüm:  Yaprağı, çiçeği, sapı.
1.    Kullanımı: 60.000 yıllık bir Neandertal(evrim teorisine göre 2000 yıl önce yaşamış olan insandır. İsmini ise; fosilleri Neander Vadisi'nde bulunduğu için, vadinin isminden almıştır.) mezarında bugün de ilaç olarak kullanılan şifalı bitkilerle birlikte civanperçemi de bulunmuştur. İçerdiği “achillein”in iç ve dış kanamaları durdurduğu kanıtlanmıştır. Civanperçemi, mide ve bağırsak  rahatsızlıklarını gidermede, ateş düşürmede, iştah açmada ve tromboz tedavisinde de kullanılmaktadır.iltihap, alerji ve spazmlar için de kullanılır.Asker otu olarak da bilinen civanperçemi savaşlarda askerlerin yaralarının kapatılması içinde kullanılıyormuş.
Psk. Feza OKTAY


TUĞÇE'DEN BİR ŞEYLER


Hayatınıza bir şeyler mi katmak istiyorsunuz, değişiklik mi olsun istiyorsunuz o halde geçin bilgisayarınızın başına ve http://www.tugceselseyler.com/  açın. Blogun sahibi Erkek Dedikodusunun yazarlarından biri olan T.B.. İlk bakışta anlamayabilirsiniz hatta ön yargılarınız dile gelebilir fakat biraz daha dikkatli baktığınızda verilen emeği, anlatılan içtenliği ve yaşamınıza eşlik edenleri göreceksinizdir. Daha fazla cümle kurmaya ihtiyaç duymadan sizi bu güzel blogla baş başa bırakıyorum.
Keyif dolusu Tıklamalar :)
                                                                                                     Elif DURUK